Blogger Template by Blogcrowds.

BARIŞ KONFERANSI'NA GÖNDERDİĞİMİZ DELEGELER


Refet Paşa'ya görev verilmesi ,daha sonra Ankara'dan Bursa'ya gidişim sırasında oldu.Efendiler, İzmir'den Ankara'ya dönüşümde, başlıca Mudanya Konferansı görüşmeleriyle uğraşıldı. Bir yandan da Bakanlar Kurulu'nda, Meclis'te ve komisyonlarda Barış Konferansı'na gönderilebilecek delegeler hey'eti söz konusu oluyordu. Bakanlar Kumlu Başkanı Rauf Bey, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Sağlık Bakanı bulunan Rıza Nur Bey, gidecek delegeler hey'etinin tabii üyeleri gibi görülüyordu. Ben, bu konuda daha kesin bir görüş ve kararımı tespit etmemiştim. Ancak, Rauf Bey'in başkanlığı altındaki bir hey'etin bizim için hayati önemi olan bir konuda başarı kazanabileceğinden emin olamıyordum. Rauf Bey'in de kendisini zayıf görmekte olduğunu hissediyordum. Müşavir olarak İsmet Paşa'nın yanına verilmesini teklif etti. Bu teklifle ilgili görüşümü belirtirken, "İsmet Paşa'dan müşavir olarak elde edilecek yarar sınırlıdır. İsmet Paşa başkan olursa kendisinden azami ölçüde yararlanılabileceğine ben de inanıyorum" dedim. Bu nokta üzerinde uzun boylu görüşülmedi. Ondan sonra Rauf Bey, delegeler hey'etine kimlerin gireceği konusundaki türlü çalışmalarına devam ettiler. Ben buna önem verir görünmedim. Mudanya Konferansı sona ermişti. İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Bursa'da bulunuyorlardı. Kendileriyle görüşmek üzere Bursa'ya gittim.

İSMET PAŞA'NIN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI'NAVE DELEGELER HEY'ETİ BAŞKANLIĞINA SEÇİLMESİ


Bursa'ya giderken yanımda Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa vardı. Doğuda aleyhindeki çeşitli tepki ve gösteriler dolayısıyla görev yapma imkanını bulamadığından Ankara'ya gelmeye mecbur olan Kazım Karabekir Paşa ile İstanbul'da kendisine görev vermek üzere Refet Paşa'yı da birlikte götürdüm. Bursa'da kaldığım günlerde, Refet Paşa'yı, bilindiği gibi Istanbul'a gönderdim .İsmet Paşa'nın da, mevcut bunca bilgime rağmen, delegeler hey'etine başkanlık edip edemeyeceğini bir daha inceledim. Mudanya Konferansı'nı nasıl idare ettiğini ayrıntılı olarak anlamaya çalıştım. İsmet Paşa'nın kendisine tasavvurlarımla ilgili hiçbir kelime söylemiyordum. Sonunda kararımı olumlu olarak verdim. İsmet Paşa'nın Delegeler Hey'eti Başkanı olabilmesi için daha önce Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm. Bunu sağlamak için doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'e özel ve gizli olarak yazdığım bir şifreli telgrafta. kendisinin Dışişleri Bakanlığı'ndan çekilmesini ve yerine İsmet Paşa'nın seçilmesini, bizzat yardımcı olmasını rica ettim.

Ankara'dan hareket etmeden önce, Yusuf Kema1 Bey, bana, Delegeler Hey'eti Başkanlığını en iyi İsmet Paşa'nın yapabileceğini söylemişti. Yusuf Kema1 Bey'den, kendisine bildirdiğim ricamı yerinde bularak gereğini yerine getirmeye çalıştığını bildiren bir cevap aldım.

LOZAN ( LAUSANNE ) BARIŞ KONFERANSI'NA DAVET


İşte ondan sonra idi ki, İsmet Paşa'ya, bir oldubitti şeklinde Dışişleri Bakanı olacağını ve ondan sonra da Barış Konferansı'na Delegeler Hey'eti Başkanı olarak gideceğini söyledim. Paşa, birdenbire şaşırdı. Asker olduğunu söyleyerek özür diledi. En sonunda teklifimi emir sayarak boyun eğdi. Tekrar Ankara'ya döndüm. Bu sırada, İtilaf Devletleri tarafından, 28 Ekim 1922'de Lozan'da toplanacak olan Barış Konferansı'na davet edildik. Itilaf Devletleri, hala İstanbul'da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa davet ediyordu.

SALTANATIN KALDIRILMASI

SALTANATIN KALDIRILMASI


Bu birlikte davet edilme durumu, şahsi saltanatın kaldırılması işini kesin olarak sonuçlandırdı. Ger-çekten de 1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince, hilafet ile saltanat biribirinden ayrıldı. Iki buçuk yılı aşan bir zamandan beri fiilen hükmünü yürüten milli saltanatın varlığı kabul edildi. Hilafet, açıklık kazanmış bir hakka sahip olmaksızın bir süre daha bırakıldı.

Efendiler, bu konuda zabıtlara geçmiş yeterince bilgi vardır. Konunun özel yönleri ile ilgili noktalar, belki yüce hey'etinizi ilgilendirir düşüncesiyle, bazı bilgiler sunacağım:

Bilindiği gibi, "saltanat" ve "hilafet" makamları ayrı ayrı ve birleşmiş olarak önemli meselelerden sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir hatıramı anlatayım: 1 Kasım 1922 tarihinden önce, muhalifler, Meclis çevresinde benim saltanatı kaldıracağım yolunda telaşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.

Rauf Bey, bir gün Meclis'teki odama gelerek benimle bazı onemli konuları görüşmek istediğini ve akşam Keçiören'de Refet Paşa'nın evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey'in teklifini kabul ettim. Fuat Paşa 'nın da orada bulunmasına izin vermemi istedi. Onu da uygun gördüm. Refet Paşa'nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey'den dinlediklerimin özeti şuydu: Meclis, Saltanat makamının belki de Hilafet'in ortadan kaldırılması görüşünün benimsenmiş olduğu endişesiyle üzgündür. Sizden ve sizin ileride benimseyeceğiniz tutumdan şüphe etmektedir. Bu bakımdan Meclis'e ve dolayısıyla millet kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine inanıyorum.

RAUF BEY'İN SALTANAT VE HİLAFET KONUSUNDAKİ DÜŞÜNCESİ


Rauf Bey'den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.

Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'nın görüşünü sordum. Refet Paşa'dan aldığım cevap şuydu: "Rauf B e y 'in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz."

Ondan sonra, Fuat Paşa'nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa. Moskova'dan yeni döndüğünden, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini daha yeterince incelemeye vakit bulamadığından söz ederek, görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi ve özür diledi.

Ben, karşımdakilere kısaca şu cevabı verdim: "Üzerinde durduğunuz konu bugünün işi değildir. Meclis'te bazılarının telaş ve heyecana kapılmalarına da gerek yoktur.

Rauf Bey, bu cevabımdan memnun göründü. Fakat şu veya bu şekilde bu konu etrafındaki görüşmelere yine devam edildi. Akşam üzeri başlayan konuşmalarımız, bütün gece, sabaha kadar uzadı. Rauf Bey 'in bir şeyi sağlama bağlamak istediğini hissettim. Benim hilafet ve saltanat ve ileride şahsen alabileceğim durumla ilgili olarak kendilerine söylediğim ve inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden bizzat Meclis'e karşı söyletmek...

Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis'e karşı söylemekte de bir sakınca görmediğimi bildirdim. üstelik bu sözleri kurşun kalemle bir kağıt parçasına yazarak ertesi gün bir sırasını düşürüp Meclis'te söyleyeceğime söz verdim. Verdiğim bu sözü yerine de getirdim. Benim bu konuşmam muhaliflerce, Rauf Bey 'in başarısı olarak sayılmış ve kendisi takdir edilmiş...

MECLİS'TE SALTANATIN KALDIRILAMSI GÖRÜŞÜLÜRKEN RAUF BEY'E VERDİĞİM ROL
Efendiler, belki birtakım kimselere göre. Rauf Bey, üzerine aldığı görevi yerine getirmişti. Ben de açıkladığım üzere, genel ve tarihi görevimin o güne ait safhasını tamamlamıştım. Ancak, genel görevimin emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak ve uygulamaya geçmek gerektiği zaman da asla kararsızlığa düşmedim. Tevfik Paşa' nın telgrafları dolayısıyla saltanatı hilafetten ayırmaya ve önce saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey'i, Meclis'teki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa 'nın evinde sabahlara kadar dinlediğim düşünce ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak, ayakta, kendisinden şu istekte bulundum: "Hilafet ve saltanatı biribirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız! Bunun doğru olduğu konusunda kürsüden bir konuşma yapacaksınız! " Rauf Bey ile bundan başka bir tek kelime konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, aynı maksatla çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi.Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim.

Efendiler, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey, kürsüden bir iki defa görüştü ve hatta saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesi teklifini de ortaya attı.

Burada bir nokta, kafalarda düğüm olarak kalabilir. Bana, Padişah'a bağlılığı borç bildiğinden, saltanat makamı yerine başka nitelikte bir makamın getirilmesine çalışmanın felakete ve büyük acılara yol açacağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve saltanatın kaldırılması için Meclis'te bir konuşma yapmasını teklif etmem karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey eski inanç ve görüşlerini değiştirmiş miydi? Yoksa bu görüşierinde esasen samimi değil miydi? Bu iki noktayı biribirinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir yargıya varmak güçtür.

Efendiler, böyle şüpheli bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı safhaları, işlemleri ve tartışmaları yüksek hey'etinize hatırlatmayı tercih ederim.

LOZAN BARIŞ KONFERANSI'NA TEVFİK PAŞA VE ARKADAŞLARI DA KATILMAK İSTİYORDU


Daha önce bilginize sunmuştum ki, saltanatın kaldırılması, Lozan Konferansı'na Istanbul'dan da bir delegeler hey'etinin davet edilmesi ve Istanbul'un, yani Vahdettin, Tevfik Paşa ve arkadaşlarının da böyle bir daveti. Türk milletinin büyük emeklerle, fedakarlıklarla elde ettiği kazançları küçültmek, belki de anlamsız kılmak pahasına da olsa, kabul etmelerinden ileri gelmişti.

Tevfik Paşa, önce bana bir telgraf çekti. 17 Ekim 1922 tarihli bu telgrafta, Tevfik Paşa, kazanılan zaferin, bundan böyle İstanbul ile Ankara arasında anlaşmazlık ve ikiliği kaldırmış ve milli birliğimizi sağlamış olduğunu yazıyordu. Yani Tevfik Paşa demek istiyordu ki "memlekette düşman kalmadı; o halde, padişah yerinde, hükümet onun yanında; millete düşenin de bu makamların vereceği emirlere uymaktır. Böyle olunca da, elbette birliğe engel bir şey kalmamış olur." Yalnız, Tevfik Paşa. Ankara'dan biraz daha yardım istemek akıllılığını gösteriyordu. 0 da, Barış Konferansı'na İstanbul ile Ankara'nın birlikte davet edilmiş olması dolayısıyla, daha önce benden çok gizli talimat almış bir kimsenin elden gelen sür'atle İstanbul'a gönderilmesini sağlamaktı (Belge: 260).

Tevfik Paşa'ya verilmek üzere, İstanbul'da Hamit Bey'e çektiğim telgraf la "Tevfik Paşa ve arkadaşlarının devletin siyasetini bulandırmaktan vazgeçmemelerinin ne büyük bir sorumluluk doğuracağının aşikar bulunduğunu" bildirdim (Belge: 261).

Neyazık ki,Hamit Bey, bu telgrafın aynen Tevfik Paşa'ya bildirilmesi gerektiğinde kararsızlığa düşmüş, bunu kendisine gönderilen talimat sanmış; bununla birlikte bu telgrafımda yazılanlar çerçevesinde, Tevfik Paşa'ya üç gün içinde beş defa tebligatta bulunmuş; hatta Tevfik Paşa ve çalışma arkadaşlarının konferansa delege göndermeleri için gazetelere, ajanslara, verilmesi gereken demecin esaslarını bildiren bir müsveddeyi bile kendilerine göndermiş (Belge: 262).

ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜŞ, ÇÖKMÜŞ AYAKLARINA SARILMAKTA BULANLAR


Bütün çıkarlarını yalnız kirli bir tahtın çürümüş çökmüş ayaklarına sarılmakta gören, Tevfik Paşa ve benzeri paşalardan kurulu Vahdettin Hükümeti'nin, gizli maksatlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa, bana çektiği telgrafa verilen cevaptan haberi olmadığını bildirdikten sonra, doğrudan doğruya 29 Ekim 1922 tarihli telgrafıyla ve Sadrazam ünvanıyla Meclis Başkanlığı'na başvurdu (Belge: 263).

Bu telgrafta yazılanlar, Osmanlı devrinin Tevfik Paşa'larına yaraşır bir biçimdeydi. Tevfik Paşa ve arkadaşları, bu telgraflarında, kazanılan başarının elde edilmesine hizmet ettiklerinden bahsedecek kadar cesaret gösterebilmişlerdir.

Efendiler, gayri meşru olarak, Osmanlı Devlet'inin Hükümeti adını taşımak gafletinde bulunan Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulu son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha fazla durmanın bir yararı yoktur. Sözü Meclis görüşmelerine getireceğim.

Üzerinde durduğumuz konu dolayısıyla, Meclis'te 30 Ekim 1922 günü görüşmeler başladı. Birçok konuşmacı birçok şeyler söyledi. Istanbul'daki Osmanlı Hükümet'lerini ele aldılar. Ferit Paşa devresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi açanların idrakten yoksun, vicdandan yoksun birtakım insanlar olduğunu belirterek, bu adamlara gereken kanuni işlemin yapılmasını istediler. "Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu kadar ahmakça tekliflerde bulunan kimseler -...- gerçekten Babıali'nin tarihi kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan şahıslardır.. ." dediler.

İstanbul'da hükümet adını ve kimliğini takınan adamların; Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na göre cezalandırılmalannı isteyen önergeler okundu.

Efendiler, Osmanlı Imparatorluğu'nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türkiye Devleti'nin doğduğunu, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince hakimiyet haklarının millete ait bulunduğunu ifade eden bir önerge hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır.

Bu önerge okunduktan sonra, ciddi olarak muhalif duruma geçenlerin başında iki kişi vardı. Bunlardan biri Mersin Milletvekili bulunan Salahattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir. Bunlar Saltanat'ın kaldırılmaması görüşünde olduklarını açıkca belirttiler.

OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI KARARININ VERİLDİĞİ GÜN, TEŞKİLAT-I ESASİYE, ŞER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK TOPLANTISI


Efendiler, 31 Ekım 1922 günü Meclis toplanmadı. 0 gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Saltanatı'nın kaldırılmasının zaruri olduğunu anlattım. 1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun tartışmalara uğradı. Meclis'te de geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum (Belge: 264).İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilAfet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli hakimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım. Hülagü'nün Halife Mu'tasım'ı idam ettirerek yer yüzünde hilafete fiilen son verdiğini ve 1517'de Mısır'ı alan Yavuz, ünvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilafet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunamayacağını anlattım.

Bundan sonra bu konu ile ilgili önergeler üç komisyona, Teşkilat-ı Esasiye, Şer'iye ve Adliye Komisyonları'na gönderildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz maksada uygun bir çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat takip etmek gerekti.

KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK


Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi'yi seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. Şer'iye Komisyonu'nda bulunan hoca efendiler, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayanarak iddia ettiler. Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için serbestçe konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekildeki görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım: "Efendim, dedim, hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakımıyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hakimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar. Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir.

İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda "ilmi açıklamalarda bulunayım" dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, "Affedersiniz efendim, dedi, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık" dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı.

OSMANLI SALTANATI'NIN YIKILIŞ VE GÖÇÜŞ MERASİMİNİN SON SAFHASI


Sür'atle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis'in ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya konması teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki, "Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedî olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis'in oy birliği ile kabul edeceğini sanırım." "Oya" sesleri yükseldi. Sonunda, başkan oya sundu ve "oybirliği ile kabul edilmiştir" dedi. Yalnız olumsuzluk bildiren bir ses işitildi:"Ben muhalifim!" Bu ses "söz yok" sesleriyle boğuldu.

İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı'nın yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.

HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ HARP GEMİSİYLE İSTANBUL'DAN KAÇIYOR


17 Kasım 1922 tarihli resmî bir telgrafın ilk cümlesi şuydu : "Vahdettin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır. " Bu telgrafın bir iki cümlesini daha 18 Kasım 1922 gününe ait Meclis tutanaklarında okumuşsunuzdur. Fakat telgrafın aslında, bu ayrılışa kimlerin yardım etmiş olabileceğinden, kutsal emanetlerin nasıl korunacağından ve daha başka hususlardan bahseden alt tarafı da vardır.

Aynı gün Meclis'te okunmuş bir mektup suretiyle ona ekli -ajans- larla yayınlanmış bir bildiri suretini de zabıtlardan bir daha okuyalım :

17.11.l922
Mektup Sureti
Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride açıklandığı gibi, Zâtışâhâne, İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır....

İmza : Harrington
Mektuba Ekli Bildiri Sureti
Resmen bildirilir ki, Zâtışâhâne, bugünkü durum karşısında hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Zâtışâhâne'nin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetleri'nin Başkomutanı General Sir Charles Harrington, (Sör Çarlz Harrington) Zâtışâhâne'yi almaya giderek bir İngiliz harp gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve Zâtışâhâne, vapurda Akdeniz Filosu Genel Komutanı AmiralSir De Brook (Sör Bruk) tarafından karşılanmıştır. İngiliz Fevkalâde KomiserVekili Sir Newill Henderson, Zâtışâhâne'yi gemide ziyaret ederekKral Beşinci George' a bildirilmek üzere arzularını sormuştur.

General Harrington'un Ulviye Sultan adındabir hanıma gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, hiçbir karşılık verilmemiş olduğu notuyla Refet Paşa' ya gönderilmiş.O da, 25 Kasım 1922 tarihinde bize bir suretini göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe sureti şudur :

Sultan Hanımefendi Hazretleri,
Şu sıralarda Malta'ya yaklaşmakta olan Padişah Hazretleri'nden, ailesinindurumu hakkında bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen CumartesiYıldız'dan bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağlık ve neş'elerinin yerindeolduğunu öğrenmiş ve derhal Zâtışâhâne'ye arz etmiştim. Eğer Padişah Hazretleri'nin aileleri hakkında yeni bilgiler lûtfederseniz, onu da derhal Zâtışâhâne'yesunmakla mutluluk duyarım. Zâtışâhâne'nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla, en samimî dileklerimi Kadınefendi Hazretleri'ne ve pek muhterem ailelerine sunmama izin vermenizi ve en derin saygı ve tazimlerimin kabulünü rica edcrim.

İmza : Harrington
Efendiler, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir. Bundan başka, General Harrington' un, İstanbul'daki askerî memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde görüş belirtmeyi de gereksiz bulurum.

ASİL BİR MİLLETİ UTANILACAK BİR DURUMA DÜŞÜREN SEFİL


Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. O zaman, Saltanat'ı atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usulün sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir ünvan kazanabilmiş birsefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.

Âciz, âdi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyuncahürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz! Değersiz hayatlarını ikibuçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin biribirleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsî durumlarından ve kendi hayatlarından başka birşey düşünemeyecek pespavelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.

Milletler arasındaki ilişkilerde mankenlerden yararlanma yönteminerağbet etme devrine son vermek medenî dünyanın samimî bir dileği olmalıdır.

ABDÜLMECİT EFENDİ'NİN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NCE HALİFE SEÇİLMESİ


Saygıdeğer Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi' nce kaçak Halife'nin halifeliği kaldırıldı. Yerine. sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclis'çe, yeni halife seçilmeden önce, seçilecek şahsın da padişahlık sevda ve davasına katılarak, herhangi bir yabancı devlete sığınması ihtimalini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için İstanbul'da bulunan görevlimiz Refet Paşa' ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hattâ elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hilâfet ve saltanatla ilgili kararını tamamen kabul ettiğini bildiren bir belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

18 Kasım 1922 günü, İstanbul'da Refet Paşa' ya bir şifreli telgrafla verdiğim talimatta başlıca şu noktaları belirtmiştim : "Abdülmecit Efendi, Halife-i Müslimîn ünvanını kullanacaktır. Bu ünvana başka bir sıfat ve kelime eklenmeyecektir. İslâm dünyasına duyurulmak üzere hazırlayacağı bir bildiriyi, sizin aracılığınızla önce bize şifre olarak bildirecektir. Bu bildiri, onaylandıktan sonra yine şifre ile ve sizinaracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayınlanacaktır. Bu bildiri metninde başlıca şu noktalar yer alacaktır :

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kendisini halifeliğe seçmesinden dolayı memnun olduğu açıkça söylenecektir.

b) Vahdettin Efendi' nin hareket tarzı etraflı olarak ele alınıp kötülenecektir.

c) Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 10. maddesine kadar olan hükümleri, uygun bir biçimde açıklanarak ve önemli olan ifadeleri olduğu gibi tekrarlanarak Türkiye Devleti'nin, Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükûmeti'nin kendine has niteliğinin ve idare şeklinin Türk halkı ve bütün İslâm dünyası için en yararlı ve en uygun rejim olduğu belirtilip tespit edilecektir.

d) Türkiye millî halk hükûmetinin geçmişteki hizmetlerinden veyararlı çalışmalarından övücü bir dille bahsedilecektir.

e) Bu bildiride, belirtilen noktalar dışında, siyasî sayılabilecek birnokta ve düşünce söz konusu edilmeyecektir.

19 Kasım 1922 tarihli açık bir telgrafla da, Abdülmecit Efendi' ye : "Türkiye Devleti'nin hâkimiyetini kayıtsız şartsız millete veren Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince, yürütme gücü ve yasama yetkisi kendisinde belirmiş ve toplanmış bulunan, milletin tek ve gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922 tarihinde oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkeler çerçevesinde ve Yüce Meclis'in 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda halifeliğe seçilmiş olduğunu bildirdim.

19 Kasım 1922 tarihli bir şifreli telgrafla Refet Paşa, çektiğimiz telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecit Efendi : "imzasının üstünde Halife-i Müslimîn ve Hâdimü'1-Haremeyn ünvanlarının bulunmasının ve Cuma selâmlığında hil'ât giymesinin ve Fatih' inki gibi bir sarık sarınmasının mümkün ve uygun olacağı görüşünüileri sürmüş. İslâm dünyasına yayınlayacağı bildiri metninde, Vahdettin Efendi hakkında bir şey söylemeyeceğini bildirmiş. Bildiri İstanbul gazetelerinde yayınlanırken, Türkçesi ile birlikte Arapçaya çevrilmiş ve metninin de yayınlatılması görüşünü ortaya atmış.

Refet Paşa' ya, 20 Kasım 1922 günü makine başında verdiğim cevapta, "Halife-i Müslimîn" ünvanıyla birlikte "Hâdimü'1-Haremeyni'ş-şerifeyn" ünvanının kullanılmasını da uygun bulduğumu söyledim. Cumatöreninde Fatih' in kıyafetine girmesini uygunsuz buldum. Redingot veya istanbulin giyebileceğini, askerî üniformanın elbette söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayınlanacak bildiride, Vahdettin' in adısöylenmeden eski halifenin manevî şahsiyetinin ve zamanında düşülen kötü durumun dile getirilmesinin gerekli olduğunu bildirdim.

ABDÜLMECİT EFENDİ, BABASININ ADI DOLAYISIYLA DA OLSA "HAN" ÜNVANINDAN VAZGEÇEMİYOR


Refet Paşa'dan, 20 Kasım I922'de aldığım şifreli telgrafın birinci maddesinde, Refet Paşadiyordu ki, Abdülmecit Efendi' nin 29 Rebiülevvel tarihli yazısının altında "Halife-i Resûlullah Hâdimü'1-Haremeyni'ş-Şerifeyn" ünvanının altında "Abdülmecid Bin Abdülazîz Han" ) imzası kullanılmıştır.

Efendiler, yaptığımız uyarıyı iyi karşıladığını bildirmiş olan Abdülmecit Efendi, "Halife-i Müslimîn" yerine "Halife-i Resîılullah" ve babasının adı dolayısıyla "Han" ünvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşünceler ileri sürdükten sonra da, Vahdettin'le ilgili demeçten vazgeçtiğini, çünkü başkasının kötü işlerini dile getirmek şeklinde bile olsa, bu türlü demeçlerin kendi prensip ve karakterineağır geleceğinin aşikâr olduğunu bildirmiş. Bu nokta telgrafın ikincimaddesinde yer almıştı, Telgrafın üçüncü maddesi, benim Meclis Başkanı sıfatıyla kendisine, halifeliğe seçildiğini bildiren telgrafıma yazdığı cevap niteliğinde idi. Bu cevapta : "Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne diye, doğrudan doğruya şahsıma hitap eden bir başlık kullanılmıştı. Dördüncü maddede, İslâm dünyasına duyuracağı bildiri suretivardı. Bu bildirinin yazıldığı İstanbul'un "Dârü'1-Hilâfetü'1-Âliyye" olduğu da özenle belirtilmişti.

21 Kasım 1922 tarihli bir telgrafta : "Halife-i Resulûllah yerine dahaönce de bildirdiğimiz gibi Halife-i Müslimîn denilecektir" dedik. Kendisine, halife seçildiğini bildiren telgrafımıza vereceği cevabın şahsıma değilTürkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na yazılmasını hatırlattık. Yazılarında siyasî ve genel konularla ilgili kelimelerin bulunduğunu, bunlardan kaçınılması gerektiğini bildirdik.

Efendiler, önemsiz ayrıntılar gibi sayılması pek mümkün olan buaçıklamalarımla işaret etmek istediğim asıl nokta şudur : Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra, başka ünvanla aynı nitelikle bir makamdan ibaret olması gereken hilâfetin de ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Bunun, elverişli bir zaman ve fırsatta açıklanmasını tabiî buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi' nin bu gerçekten büsbütün habersiz olduğu iddia edilemez. Özellikle ,kendisinin Halife ünvanıyla saltanat sürmesinin imkân ve şartlarını hazırlayıp sağlayabileceklerini hayal edenlerin varlığı düşünülürse, Abdülmecit Efendi' nin ve tabiî taraftarlarının saf ve gafil oldukları zannına kapılmak hiç de doğru olamazdı.

HALİFE OLACAK ZATIN SIFAT VE YETKİSİ NE OLACAKTI


Şimdi, arzu buyurursanız, Halife seçimi dolayısıyla Meclis'in 18 Kasım 1922 günlü gizli oturumlarında geçen görüşmelerle ilgili kısa bir bilgi vereyim :

Meclis'te konuyu pek ciddî ve önemli sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler, kendi ihtisasları ile ilgili bir konu bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış. .. Onu makamından indirmek ve yenisini seçmek... Sonra, yenisini İstanbul'da bırakmayıp Ankara'ya getirmek. . . Milletin ve devletin yakından başına geçirmek. . . Kısacası, Halife' nin kaçması yüzünden Türkiye'de ve bütün İslâm dünyasında karışıklık çıkmış veyahut çıkacakmış... Onun için tedbirler alınmalı imiş... şeklinde düşünceler, endişeler ortaya atılıyordu.

Bazı konuşmacılar da halife olacak zatın sıfat ve yetkisinin ne olacağını tespit gereğinden söz ediyorlardı.

Görüşme ve tartışmalara ben de katıldım. Konuşmalarımın çoğu, ileri sürülen düşüncelere cevap niteliğinde idi. Söylediklerimin özü şu cümlelerde toplanıyordu :

Bu konu fazlasıyla tartışılıp tahlil edilebilir. Ancak, tartışma ve tahlillerde ne kadar ileri gidersek, konuyu çözüme bağlamakta da o kadar güçlük ve gecikmelere uğrarız. Yalnız, şu noktaya hepinizin dikkatini çekerim. Bu Meclis, Türk halkının Meclisidir. Bu Meclis'in sıfat ve yetkileri yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi ile ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün İslâm dünyasını içine alan bir güç ve kudrete sahip olamaz Efendiler! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclis'imiz kendi varlığını, halife ünvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir Efendiler! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış veyahut olacakmış. Bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor."

Bu sözüme itiraz eden bir zata cevap verdim ve açıkça dedim ki :

- Sen yalan söyleyebilirsin, yaratılışın buna elverişlidir!

Efendiler, ortalığı gürültüye vermenin gereği olmadığını açıkladıktan sonra, dedim ki : "Bizim dünya gözündeki en büyük güç ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir. Hilâfet makamı esaret altında olabilir. Halife ünvanını taşıyanlar, yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler elele verip her şeyi yapabilecek bir işbirliğine girişebilirler. Fakat yeni Türkiye'nin rejimini, politikasını ve kuvvetini hiç bir şekilde sarsamazlar .

TÜRK HALKI KAYITSIZ VE ŞARTSIZ HAKİMİYETİNE SAHİPTİR


Türk halkının kayıtsız ve şartsız hâkimiyetine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Ünvanı ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun içindir ki, kaçmış olan Halife'nin Halifeliğine son verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zarurîdir. Başka türlüsüne kesinlikle imkân yoktur.

Saygıdeğer Efendiler, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, yapılacak işlem üzerinde Meclis'te çoğunlukla görüş birliği sağlandı. Ondan sonraki sonuç da yüksek malûmunuzdur.

Saltanatın kaldırılması üzerine, İstanbul'da hükûmet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşa' larla arkadaşlarının Saray'a istifalarını nasıl verdiklerinden; İstanbul'un yönetimini düzene sokmak için verdiğimiz talimat ve emirlerden de söz ederek yüksek hey'etinizi yormayı yararlı bulmuyorum.

LOZAN BARIŞ KONFERANSI

LOZAN BARIŞ KONFERANSI


Lozan Konferansı genel toplantısı 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa Hazret1eri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa' nın başkanlığındaki delegeler hey'etini oluşturuyordu.

Hey'etimiz, Kasım 1922 başlarında Lozan'a gitmek üzere Ankara' dan ayrıldı.

Efendiler, iki dönemden ibaret olup sekiz ay devam eden Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinen bir husustur.

Bir süre Ankara'da Lozan Konferansı görüşmelerini takip ettim. Görüşmeler hararetli ve tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını tanıyan olumlu bir sonuç görülmüyordu. Ben bunu pek tabiî buluyordıım. Çünkü, Lozan barış masasında ele alınan meseleler yalnız üç dört yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesabı görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı.

Efendiler, bilindiği üzre, yeni Türk Devleti'nin yerini aldığı Osmanlı Devleti, Uhud-ı Atîka adı altında birtakım kapitülasyonların esiri idi. Hristiyan halkın birçok hakları ve ayrıcalıkları vardı. Osmanlı Devleti, Osmanlı ülkesinde oturan yabancılara karşı yargı hakkını uygulayamazdı; Osmanlı vatandaşlarından aldığı vergiyi, yabancılardan alması engellenmiş bulunuyordu. Devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde yaşayan azınlıklarla ilgili tedbirler alması mümkün değildi.

Osmanlı Devleti, kendisini kuran temel unsurun, Türk milletinin, insanca yaşamasını sağlayacak tedbirleri alma bakımından da engellenmişti; memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramazdı. Hattâ okul yaptırmakta bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda yabancı devletler hemen işe karışırlardı.

Osmanlı hükümdarları ve çevresindeki yakınları debdebe ve gösteriş içinde yaşayabilmek için memleket ve milletin bütün servet kaynaklarını kuruttuktan başka, milletin her türlü çıkarlarını feda etmek, devletin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak suretiyle birçok dış borçlar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde "müflis" sayılmıştı.

OSMANLI DEVLETİ'NİN DÜNYA GÖZÜNDE HİÇBİR DEĞERİ KALMAMIŞTI


Efendiler, mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti'nin dünya gözünde hiçbir değeri, fazileti ve haysiyeti kalmamıştı. Devletlerarası hukukun dışında tutulmuş, sanki, himaye ve korunmaya muhtaç bir duruma gelmiş gibi kabul ediliyordu.

Geçmişteki hoşgörürlüğün ve yapılan yanlışların sorumlusu biz olmadığımıza göre, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Milleti ve memleketi gerçek istiklâl ve hâkimiyetine sahip kılmak için, bu güçlüğe ve fedakârlığa da katlanmak bizim üzerimize yüklenmişti. Ben, mutlaka olumlu bir sonuç alınacağından emindim. Türk milletinin varlığı için, istiklâli için, hâkimiyeti için ne pahasına olursa olsun elde etmeye ve sağlamaya mecbur olduğu hakların dünyaca tanınacağından asla şüphem yoktu. Çünkü, gerçekte bu haklar, kuvvetle, liyakatle fiilî ve maddî olarak elde edilmişti. Konferans masasında istediğimiz, zaten elde edilmiş olan bu hakların usulünce ifade ve onaylanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz, açık ve tabiî haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı kazanmak ve korumak için kudretimiz de vardı; kuvvetimiz de yeterliydi. En büyük kuvvetimiz, en güvenilir dayanağımız millî hâkimiyetimizi kavramış, onu fiilî olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi fiilen ispatlamış olmamızdı.

İşte bu düşüncelerle, konferansın gidişini soğukkanlılıkla takip ediyor ve ortaya çıkan tersliklere gereğinden fazla önem vermiyordum.

HALKIN İÇİNDE BULUNDUĞU PSİKOLOJİYİ, DÜŞÜNCE EĞİLİMLERİNİ BİR DAHA İNCELEMEK İÇİN HALKLA YAKINDAN TEMASA GEÇMEK


Efendiler, saltanatın kaldırılması ve hilâfet makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından temasa geçmek, halkın içinde bulunduğu psikolojiyi, düşünce ve eğilimlerini bir daha incelemek önem kazanıyordu. Bunun dışında, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni seçim dolayısıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni siyasî bir parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış gerçekleşince, cemiyet teşkilâtımızın, siyasî bir partiye dönüşmesini gerekli buluyordum. Bu konuda da doğrudan doğruya halk i1e görüşüp konuşmayı yararlı sayıyordum. Zaferden sonra eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu maksatlarla Batı Anadolu'da bir gezi yapmak üzere, 14 Aralık 1923 tarihinde Ankara'dan hareket ettim,

Eskişehir'den başlayarak, İzmit, Bursa, İzmir ve Balıkesir'de, halkı uygun yerlerde toplayarak uzun sohbetlerde bulundum. Halkın, bana, diledikleri gibi serbestçe sorular sormasını istedim. Sorulan sorulara cevap olmak üzere, altı saat, yedi saat süren konferanslar verdim.

Saygıdeğer Efendiler, hemen her yerde halkın anlamak istediği hususlardan dikkati çeken noktalar şunlardı :

Lozan Konferansı ve sonucu, millî hâkimiyet ve hilâfet makamı, bunların durumları ve ilişkileri; bir de kurmak niyetinde olduğum anlaşılan siyasî parti...

Lozan Konferansı görüşmelerini, her yerde, özetleyerek olduğu gibi anlatıyordum. Olumlu sonuç alınacağı hakkındaki inancımı da belirterek milletin endişesini gidermeye çalışıyordum.

MİLLİ HAKİMİYET İLE HİLAFET MAKAMININ DURUMLARI VE İLİŞKİLERİ


Halkın, millî hâkimiyet ve hilâfet makamının durumları ile bunların ilişkileri konusunda merak ve endişeye kapılmakta hakkı vardı. Çünkü, Meclis 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, şahıs hâkimiyetine dayanan devlet şeklinin 16 Mart 1920 tarihinden başlayarak ve ebedî olarak tarihe karıştığını ilân ettikten sonra, birtakım Şükrü HocaIar Müslüman kamuoyu şüphe ve üzüntülere düşmüştür diyerek hareket ve faaliyete geçtiler. Bunlar : Hilâfet demek hükûmet ('93) demektir. Hilâfetin hak ve görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde değildir dâvâsını ortaya atmışlardı. Meclis'in, milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, hilâfet makamında devam ettirmek ve Padişah'ın yerine Halife'yi geçirmek sevdasına düşmüşlerdi.

Gerçekten de gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü imzasıyla İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet Meclisi adıyla bir broşür yayınladı. Bu broşürün, Ankara'da 15 Ocak 1923 tarihinde yayınlandığı ve bütün milletvekillerine dağntıldığı bana İzmit'te bildirildi. Broşürün üzerine sadece 1339 ( 1923 ) yılı yazılmıştı. Fakat, broşürün daha ben Ankara'da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara'dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesixLde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, Halife Meclis'in, Meclis Halifenindir safsatasıyla, Millet Meclisi'ni Halife'nin danışma kurulu ve Halife'yi Meclis'in, dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.

HALİFE OLAN ZATI ÜMİTLENDİRECEK BAĞLILIK GÖSTERİLERİ


Efendiler, Halife bulunan zatı ümitlendirecek bazı bağlılık ğösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık gösterileri ise, bizim dışardan tahmin ettiklerimizden daha fazla imiş. Bu konuda bir fikir vermiş olmak için, o sıralarda İstanbul ve Trakya'da görevli memurumuz ve temsilcimiz olan Refet Paşa'nın, o günlerde, Halife'ye Konya adındaki bir atı sunması dolayısıyla, kendi kardeşi ve aynı zamanda yaveri Rifat Beye yazdığı bir şifreli telgrafla, bu telgrafa Halife'nin başyaveri vasıtasıyla verdiği cevabı olduğu gibi bilginize sunacağım : Şifre Rifat Bey'e 5.1.1923 Konva'yı Halife Hazretleri'ne sunmak için getirmiştim. Yalnız şimdi ne durumda olduğunu görmedim.

Cesaret edemiyorum. İstanbul'da iyi bir hayvan bulunmayacağını anladığım için, Halife Hazretleri'nin başyaverlerinden de hayvan satın alınması hususunda acele etmemelerini rica etmiştim. Hayvanm Halife Hazretleri tarafından beğenilmesini Tanrı'nın bir lütfü sayıyoruın. Büyük bir cür'etkârlık olacağını bilmekle birlikte, İstiklâl Savaşı'nın tarihî bir hâtırası olduğu için,eski sadık bir askerin gazâ yadigân olarak sunduğu Konya'nın Halife Hazretleri tarafından lûtfen kabulünü ve Halife Hazretleri'nin en içten gelen bağlılık duygulanrıyla ellerini öptüğümün Halife Hazretleri'ne duyurulmasına aracı olmalarını Başyaver Şekip Bey'den rica ederim.Konya'yı ve bu şifreyi Şekip Bey'e hemen teslim ediniz.

Refet T.1.1923 Trakya Fevkalâde Temsilcisi Refet Paşa Hazretleri'ne Saygıyla arz ederim : Pek sayın kardeşiniz Rıfat Bey'in teslim ettiği yüce şahsınızdan gelen telgrafı Halife Hazretleri Efendimiz'e arz ettim. Peygamber vekili olan Halife Hazretleri, gerek bir defa daha ifade buyurulan içten bağlılık duygularından gerek kendilerine sunulan Konya adındaki hayvandan dolayı pek hoşnut ve müteşekkir kaldılar. Aziz vatanımızın istiklâlini korumak gibi pek kutsal ve yüce bir gayenin elde edlimesine çalışan büyük siınalar arasında seçkin bir yeri olan yüksek şahsiyetlerinin de yiğitlik ve fedakârlık gösterdikleri er meydanlarından bİrinin adıyla anılan bu sevimli ve güzel ata sahip olmakla iftihar ettiler, Yüce Cebrail, kâinatın şerefi Peygamberimiz Hazretleri'ne (S.A.S.)'in peygamberliği bildirdiği gibi, zâtıdevletiniz de Halife Hazretleri'ne Peygamberin vekili olduğunu bildirdiğinizden dolayı, yüksek şahsiyetiniz, kendilerine bütün ömürlerinin en mutlu ve kutsal bir olayını her zaman hatırlatacaktır.

Yüksek şahsiyetlerinin bu aziz hâtıraya kanşmış olmalan dolayısıyla, sık sık ve içten gelen bir sevgi ile hatırlanacaklan zaten belli iken, bir de her gün, alışıldığı üzere tatlı Sabâ Rüzgârı (95) gidişli bu ata binildikçe, yüksek şahsiyetlerinin değerli hâtırası yeniden anılacak ve canlanacaktır. Şu satırlarla, Halife Efendimiz'in gerçekten tertemiz ve değerbilir duygulanna ne dereceye kadar tercüman olabildiğimi kestiremem. Bunu başaramadıysam. eksiğimi, Batı,devletlerine, Halife Hazretleri'nin bizzat göstermiş ve ifade buyurmuş olduklan babaca sevgi ve okşayışlar daha önceden telâfi etmiştir, kanaatıyla avunmaktayım. Bu vesileyle ve sonuÇ olarak size, Tanrı'nın gölgesi ve Peygamber'in vekili Halife Hazretleri'nin özel selâmlannı ve hayır dualarını bildirmek ve müjdelemekle şeref duyar, üstün saygılanmın kabulünü ricaederim, Efendim fiazretleri. Şekip Hakkı Başyaver (Bu yazışmaları ve karşılıklı sevgi gösterilerini, biz ancak hilâfetin kaldırılmasından ve Halife'nin soyuıvdan gelen kimselerin memleketten çıkarılmasından sonra tesadüf eseri olarak öğrenebildik.)

DİN OYUNU AKTÖRLERİ HALİFE'Yİ BÜTÜN İSLAM DÜNYASINA HÜKÜMDAR YAPMAK İSTİYORLARDI


Şunu arz etmeliyim ki, Şükrü Efendi Hoca ile,onu ve imzasını ileri süren politikacılar, sultan veya padişah ünvanını taşıyan bir hükümdar yerine, ünvanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar ve iddialarda bulunmuşlardı. Yalnız şu farkla ki, herhangi bir memleket ve milletin hükümdarı yerine, dünyanın dört bucağında kitleler halinde yaşayan, türlü türlü ırktan üç yüz milyonluk bir topluluğa hüküm yürüten bir hükümdardan, onun görev ve yetkilerinden söz etmişlerdi. Bu, bütün İslâm dünyasına hâkim olacak büyük hükümdarın eline, kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammet ümmetinden yalnız on on beş milyon Türk halkını lûtfetmişlerdi.

Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki bütün Müslümanların işlerini yönetecek,dünya işleriyle ilgili hükümlerden, onların çıkarlarına en uygun olanları hakkında karar verecekti. Bütün Müslümanların haklarını savunacak, onların işlerine ve problemlerine etkili bir azim ve irade ile salıip çıkacaktı.Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon müslüman arasında, adaleti sürekli olarak ayakta tutacak vatandaş haklarını gözetecek, güvenlik vıe huzur bozucu olaylara engel olacak, Müslümanlara başka dinlere bağlı olanlardan gelmesi muhtemel saldırıları önleyecekti. İslâm topluluğunun güven içinde yaşamasını, gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara cahil, dünya şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi kandırmak için, İslâmî hükümler diye yayınladıkları safsataların,gerçekte tekrarlanacak bir değeri yoktur. Ancak, bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, milletlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir türlü siyasi ve şahsî maksatla çıkar sağlamak için, din âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların memleket içinde de dışında da var oluşu, ne yazık ki, daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden armarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemi ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine,her yerde rastlanacaktır. Şükrü Hoca'ların ne kadar anlamsız, mantıksız ve uygulama kabiliyetinden yoksun düşünce ve hükümler savurduklarını anlamamak için cidden Hoca Efendi gibi allahlık denilen yaratıklardan olmak lâzımdır. Onların dediği gibi, halifenin ve hilâfetin otoritesi, bütün dünya Müslümanları üzerinde geçerli olmak gerekince, bütün varlığını ve kuvvet kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla, Türk halkının omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lâzım gelmez miydi?

Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre, halife adını taşıyan hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört köşesindeki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki sahibi olacaktı.Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İsIâm topluluklarının başka başka maksatlarla biribirinden ayrıldıkları; Emevîlerin Endülüs'te, Alevilerin Kuzey Afrika'da, Fatımîlerin Mısır'da,Abbasî'lerin Bağdat'ta birer hilâfet yani saltanat kurdukları; hattâ Endülüs'te her bin kişilik bir topluluğun bir halifesi ile bir minberi olduğu, Hoca Şükrü imzalı broşürde de yer almıştır. Bu tarihî gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere Halife adı altında bir hükümdar tayin etmek akıl ve gerçek ile bağdaştırılabilir miydi? Hele, böyle bir hükümdarın mevküni korumak için, bir avuç Türkiye halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için uygulanagelen tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı?Halifenin görevi ruhani değildir, hilâfetin temeli maddî iktidar ve hükûmet kuvvetidir diyenlerin, hilâfetin devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu ifade ve ispat ettikleri ve maksatlarının halife ünvanını taşıyan bir zatı Türkiye Devleti'nin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Saygıdeğer Efendiler, Şükrü Hoca Efendi 'nin ve politikacı arkadaşlarızın, siyasî maksatlarını açıktan açığa ortaya koymayıp, bunu bütün islâm dünyasına maletmek istedikleri dinî bir konu olarak ele almaları, hilâfet oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.

HİLAFET KONUSUNDA HALKIN ŞÜPHE VE ENDİŞESİNİ GİDERMEK İÇİN YAPTIĞIM AÇIKLAMALAR


Hilâfet konusurında halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirttim ki, milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına,işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştıramayız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır! Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz. Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüŞten hareket ettirildi.Fakat ne oldu?

Her gittiği yerde miılyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye'yi, Irak'ı elden çıkarmamak için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz? dedim. Halife'ye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslâm Dünyasının işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerinden beklemelidirler! Yeni Türkive'nin ve Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varhk ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur... Başkalarına verilecek bir zerresi kalrrıamıştır! dedim. Bir başka noktayı da halka iyice açıklayabilmek için şunları söyledim : Bir an için farz edelim ki, dedim; Türkiye söz konusu görevi kabul etsin... Bütün fslâm dünyasını bir noktada birleştirerek yönetmek gayesinde yürüsün ve başarmış da nlsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklâl ve hâkimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi yönetmeye muktediriz. O zaman Türk halkının bütün bu gayret ve fedakârlığı yalnızca bir teşekkür ve dııa almak için mi göze alınacaktır?Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için,Türk halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin temelinde yatan esas bundan ibaretti.

Efendiler, halka sordum : Bir İslâm devleti olan İran ve Afganistan , halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü, böyle bir yetki devletinin istiklâlini milletinin hâkimiyetini ortadan kaldırır.Millete şunu da hatırlatın ki, kendimizi dünyaıun hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimi -i tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları Dünya tarihinin gelecekteki safhası başlığı altında bazı düşünee ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef Un gouvernement federal mondial yani birleşik bir dünya devletidir.Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl durulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor. WeI1s, bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse,milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır diyor ve gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret haline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz;hiç şüpheyoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır görüşünü ileri sürüyor.İnsanlığın dayanışması iIe ilgili büyük hayallerin sonunda ger çekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerektiğinin doğru olarak bilinmediği ve saIdırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği de bildiriliyor. W e l l s' in Avrupa ve Asya'nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasııldaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir, olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birIeşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim.Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncde yükselip olgunlaşması, Hİristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren birleşik bir dünya devleti kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz. Türkiye'ye musallat olmamak şartıyla, hilâfetçileri ve Panislâmizm taraftarlarını memnun etmek için, bu tasavvur ve tahayyül bir dereceye kadar bizde de tasvir edilmişti.

Ortaya atılan görüş şuydu : Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve diğer kıt'alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve falan ve filân İslâm devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur.

Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o birleşik İslâm devletine hilâfet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanı verirler. Yoksa, herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasınnı işlerini yönetme ve yürütme yetkisini vermesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir durumdur.

TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU'NDA DÜĞÜM NOKTALARI


Efendiler, hilâfet ve din konularıyla uğraşıldığı sıra larda, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'ndaki bir noktanın halkı ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Bu düğüm kanunda Cumhuriyet'in ilânından sonra da bırakıldığı gibi, kanuna, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın birdaha sokulmuş olduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım : 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 7' nci ve 21 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 26' ıncı maddesi Büyük Millet Meclisi'nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclis'in ilk görevi olmak üzere, şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır. İşte bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler vardır. Çünkü, sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi'nin,kanunları yapmak,değiştirmek, yorumlamak, yürürlükten kaldırmak v.b gibi belirtilen ve sayılan görevleri o kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, şeriat hükümlerinin yürütülmesi diye ayrıca ve başlıbaşına bir klişenin yer alması gereksiz sayılmaktadır.

Çünkü, şeriat demek kanun demektir.Şeriat hükümleri demek kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu böyle olunca, şeriat hükümleri deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir. Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nu hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, şer'î hükümler deyiminin bir ilişkisi olmadığını anlatmak için çok çalıştık. Fakat bu deyime, kendi zanlarınca bambaşka anlam verenleri inandırmak mümkün olmadı.İkinci nokta Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun ikinci maddesinin başında yer alan Türkiye Devleti'nin dini, İslâm dinidir cümlesidir.Bu cümle daha Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na geçmeden çok önce,İzmit'te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım Yeni hükûmetin dini olacak mı?

İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, ogünkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir, Çünkü, vatandaşları arasında çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her dinden olanlar hakkında,adaletli ve tarafsız davranmak, mahkemelerinde vatandaşları ve yabancıları için adaleti eşit ölçülerle uygulamakla yükümlü bulunan bir hükûmet, düşünce ve vicdan hürriyetine saygılı olmak zorundadır. Hükûmetin bu tabiî sıfatının, şüpheli yoruma yol açabilecek vasıflarla sınırlandırılması elbette doğru değildir.Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçe'dir dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükûmetle olan resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli olması gereğini herkes tabiî bulur. Eakat, KTürkiye Devleti'nin dini İslâm dinidir cümlesi aynı şekilde mi anlaşılacak ve kabul edilecektir? Bu elbette, açıklanmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır.Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna hükûmetin dini olamaz! diyemedim. Aksini söyledim.Vardır Efendim, İslam dinidir, dedim. Fakat, hemen arkasından İslâm dininde düşünce özgürlüğü vardır cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum. Demek istedim ki, devlet, düşünce ve vicdana saygı gös termekle kayıtlı ve yükümlü olur. Karşımdaki gazeteci, verdiğim cevabı akla yatkın bulmadı ki, soru sunu şu tarzda tekrarladı :Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı? Kalacak mı, kalmayacak mı bilmem! dedim. Konuyu kapatmak istedim.

Fakat, mümkün olmadı. O halde, denildi; herhangi bir konuda inançlarım ve düşüncelerim doğrultusunda bir fikir ortaya atmaktan, hükûmet beni engelleyecek veva cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey düşündüm.Bir:, yeni Türkiye Devleti'nde her ergin şahıs dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? sorusu. Diğeri, Hoca Şükrü Efendi'nin : Bazı yüksek din arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında yer almış belirli ve değişmez İslâmî hükümleri yayınlayarak maalesef yanıltıldığı görülen İslâm kamuoyunu aydınlatmayı boynumuza borç bilip görev saydık girişinden sonra yeralan islâm halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta peygamberin yerini tutmaktır. Dinî hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimiz'in vekilliğini yapmaktır sözleri.

Oysa, Hoca'nın sözlerini uygulamaya kalkışmak, millî hâkimiyeti,vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca'nın bilgi dağarcığında, Yezitler (ı9') zamanında yazdırılmış istibdat rejiminc has formüller bulunmuyor muydu?O halde, ne anlama geldiği ve ne kastedildiği artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış bulunan devlet ve hükûmet kavramlarını ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat kılıklarına bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır? Gerçek bundan ibaret olmakla birlikte, o gün İzmit'te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla görüşmekte yarar yoktu. Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, lâik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinei maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur. Kanunun gerek 2' nci ve gerek 26' ncı maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyet'in ogün için sakıncalı görmediği tavizlerdir. millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'muzdau ilk fırsatta kaldırmalıdır!

Biz Olan Mustafa Kemal

Biz Olan Mustafa Kemal

"İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal...
İkinci Mustafa Kemal, onu 'ben' kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, lıepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!"

Atatürk'ün Gençlik Yılları (1881 - 1905)

Mustafa Kemal Atatürk, 1881 tarihinde Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi aslen Manastır'a bağlı Debre-i Bâlâ /Aşağı Debre'dandır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Zübeyde Hanım, aslen Vodina'ya bağlı Sarıgöl bucağındandır. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule Hanım 1956 yılına değin yaşadı.

Mustafa, öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı; sonra babasının isteğiyle Mektebi Şemsi İbtidai Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde Hüseyin dayısının yanında kaldıktan sonra Selanik'e dönüp okulunu bitirdi. Bu arada Zübeyde Hanım, Selanik'te gümrük memuru olan Ragıp Bey ile evlendi. Şimdi müze olan Koca Kasım Paşa Mah. Islahhane Caddesi'ndeki ev, bu Ragıp Bey'in evidir. Ali Rıza Bey ile birlikte ailesi Ahmed Sübaşı Mah.'deki Sanayi Mektebi karşısındaki evde oturmuşlardı. Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdadisi'ni bitirip, İstanbul'da Harbiye-i Şahane'de öğrenime başladı. 1902 yılında mülazim (teğmen) rütbesiyle mezun oldu, Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle akademiyi tamamladı.

Atatürk'ün Olgunlaşma Dönemi (1905 - 1911)

1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı.

1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

Atatürk'ün Yöneticilik Yılları (1911 - 1919)

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşı'nda, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı'nı kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında önemli hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşk ilişkisini de burada, bir Bulgar kızı ile yaşadı. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı Devleti de savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümen'i kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.

1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir Türk savaş kahramanı oldu ve "Çanakkale geçilmez!" sözü burada doğdu. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Liman Von Sanders yönetiminde Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe ve 21 Ağustos'ta II. Anafartalar Zaferi takip etti. Çanakkale Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin verdiği kayıplar üzerinde hem fikir olunamamışsa da, Osmanlı büyük kayıplar vererek saldırıyı püskürtmüştür.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Veliaht Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana'ya ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirildi. Daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Dönemi (1919 - 1923)

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Anadolu'yu işgale başlamaları üzerine, Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan edip Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Kongre oncesi, Erzurum'da Osmanli ordusundan istifa etti ve kendisine ilk nufus kaydini ve nufus cuzdani'ni verecek olan Erzurum'un manevi hemsehrisi secilerek Kuva-yi Milliye lideri oldu. 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına, Erzurum Milletvekili olan Mustafa Kemal seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

Türk kurtuluş mücadelesi 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgali sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Fakat işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu şarttı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye-ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.

Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli aşamaları şunlardır:

• Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
• Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
• I. İnönü Zaferi (6 - 10 Ocak 1921)
• II. İnönü Zaferi (23 Mart - 1 Nisan 1921)
• Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10 - 24 Temmuz 1921)
• Sakarya Zaferi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921)
• Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos - 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalkmış, Türkiye Cumhuriyet'i Lozan Anlatlaşması temelleri üzerine kurulmuştur.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı, önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3 Mart 1924) kaldırıldı. Böylece Osmanlı hanedanının yönetimden bağları koparıldı.Gazi Eylül 1923'te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Halk Fırkasını kurdu.( sonradan adı Cumhuriyet Halk Partisi ) 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümeti kuruldu.

Atatürk'ün Cumhurbaşkanlık Yılları (1923-1938)

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, devlet-hükümet başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927, 1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili talimatlar verdi. Yurt dışına hiçbir resmi ziyaret için çıkmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını ve komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 arasında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük Nutuk'unu (Söylev), 29 Ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku'nu okudu. Nutuk, hem Kurtuluş Savaşı'nın hesabını veren, bir diğer deyişle ulusal mücadelenin kimlere karşı niçin ve nasıl verildiğini anlatan, hem de mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki safhasında yapılması gerekenler ve yapılacak olanlar konusunda önemli bilgiler içeren değerli ve önemli bir konuşmadır.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'te Latife Hanım'la evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü.

2587 sayılı kanunla 24.11.1934 tarihinde Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verilmiştir.
Yurtta barış,dünyada barış sözünü söyleyebilecek kadar yüce olan Atatürk 1930'lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından nobel barış ödülüne aday gösterilmiştir.Fakat bu nedense nobel jürisinin dikkatini çekmemiştir...
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu'na pay ayırdı. Atatürk, 10 Kasım 1938 saat 9:05'te, yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâaşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.

Atatürk'ün Kişiliği

atatürk'ün Kişiliği

Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.

Özel hayatında büyük bir sadelik içinde yaşayan Atatürk çocukları çok severdi. Zorlu savaş yıllarında bile çocuklarlarla yakından ilgilenmiş; birçok çocuğun hamiliğini üstlenmiş, birçoğunu da manevi evlat olarak kendine seçmişti. Atatürk'ün manevi evlatları, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Ülkü Adatepe, Nebile, Rukiye Erkin, Zehra, Mustafa, Abdurrahim Tuncak, İhsan'dır. İzmir zaferinde Yunan bayrağını yerden alması bilinen bir olaydır.

Soyadı kanunu ile birlikte ve TBMM tarafından çıkarılan 24 Kasım 1934 tarihli ve 2587 sayılı kanun[1] ile ile kendisine "Türklerin Atası" anlamına gelen Atatürk ismi verilmiştir. (24 Kasım 1934).

Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk'e ait eserler.


• Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih
• Takımın Muharebe Talimi (Almanca'dan çeviri - 1908)
• Cumalı Ordugâhı - Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909)
• Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911)
• Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca'dan çeviri - 1912)
• Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)
• Nutuk (1927)
• Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (1930)
• Geometri (1937)

Atatürk'ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad'daki hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır. Bunlardan Anafartalar Muharebatı'na Ait Tarihçe, Türk Tarih Kurumu tarafından kitap olarak basılmıştır. Bununla birlikte 1908-1938 yılları arasında Mustafa Kemal'in imza attığı, yazdığı, söylediği,kişisel notları dahil her şeyin toplandığı Atatürk'ün Bütün Eserleri adlı bir ansiklopedi de Kaynak Yayınları tarafından hazırlanmakta.

Atatürk'ün söylevleri
• Atatürk'ün Türk Gençliğine Hitabesi
• Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku (Dinle)
• Atatürk'ün Bursa Nutku
• Balıkesir Hutbesi

Atatürk İnkılapları

Mustafa Kemal Atatürk'ün yıllar tam bir asır önce görmeye başladığı ışık, öğrencilik yıllarında kafasında tasarlamaya başladığı yenilikler Kurtuluş Savaşı sonrası bir bir uygulamaya dönüşmüştür. Böyle bir gerekliliği yıllar öncesinden fark etmesi ne kadar ileri görüşlü bir lider olduğunu yeniden hatırlatıyor bizlere. Bugünün liderlerinin göremediğini o bir asır önce gördü.

Atatürk, kendi deyişiyle Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak" amacıyla bir dizi inkılap yapımında öncü rol oynadı. Bu değişiklikler köklü oluşları ve eski sistemi düzenlemektense yerine yenisini getirmeleri nedeniyle reform değil, inkılap olarak bizzat kendisi tarafından adlandırılmışlar ve genelde Atatürk İnkılapları olarak anılmışlardır. Her ne kadar devrimleri olarakda anılsa da devrim kavramı ihtilal kavramının eş anlamlısı olduğundan ve kanla gerçekleşeği için Atatürk ihtilal gibi negatif bir kavram yerine değişim anlamına inkılap kavramını seçmiştir. Bu yapılanlar beş ana başlık altında toplanabilir:

Atatürk'ün yenilikleri, inkılapları

Soyadı kanunu konulması, saltanatın kaldırılıp cumhuriyeti getirmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, padişahlık devrinin kalkması ve yerine halkın kendi kendine yönetmesi, Türk alfabesinin getirilmesi, Türk Medeni Kanunu kurulması, Cumhuriyetin kurulması, Şapka ve kıyafet devriminin yapılması,

Siyasal alandaki inkılaplar

• Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
• Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
• Halifeliğin Kaldırılması ( Mart 1924)
Toplumsal alandaki inkılaplar
• Kadınlara ve erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
• Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
• Tekkelerin, zâviyelerin ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
• Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
• Lâkapların ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
• Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerinin kabulü (1925-1931)


Hukuk alanındaki inkılaplar

Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
Eğitim ve kültür alanındaki devrimler
• Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) (3 Mart 1924)
• Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
• Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
• Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
• Güzel sanatlarda yenilikler

Mustafa Kemal'in Künye Bilgileri

Mustafa Kemal Atatürk hakkında yapılan biyografi çalışmalarında onun öğrenim hayatı ile ilgili verilen bilgilerin çoğunun yanlış olduğu görülmektedir. Bu yanlışlıklardan Harp Okulu'ndaki dönemi de kurtulamamış, arşiv çalışması yapılmadan genellikle birbirinden aktarmalarla ve Rumi, Hicri tarihleri Miladi tarihlere çevirirken yapılan hatalarla bu yanlışlıklar devam edip gitmiştir. Hatta, bu biyografilerin yanlışlarını düzeltmek iddiası ile ortaya çıkanlardan bazıları da yeni yanlışlara düşmüşlerdir.

Notları, toplam not üzerinden sırası ve derslerle ilgili bilgileri yukarıda verdiğimiz için bir kenara bırakacak olursak, Mustafa Kemal'in diğer künye bilgileri belgelere göre şu şekildedir:


Duhulü: 1 Mart 1315 (13 Mart 1899 Pazartesi).
Apolet Numarası: 1283.
Diploma Numarası: 5998.
Üçüncü Sınıfta sınav sonuçlarının ve yeni subayların isimlerinin açıklanması ve öğrencilerin 39 günlük bayram iznine gitmeleri: 22 Teşrinisani 1317 (05 Aralık 1901 Perşembe).
Bayramın Bitişi: 31 Kanunuevvel 1317 (13 Ocak 1902 Pazartesi).
Diploma töreni ve diplomaların verilişi: 12 Kanunusani 1317 (25 Ocak 1902 Cumartesi).
Neşeti (Harp Okulu'ndan Çıkışı): 28 Kanunusani 1317 (10 Şubat 1902 Pazartesi).

Önemli bir yanlışlık konusu da Mustafa Kemal'in "Sicili"dir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi'nde bulunan "Özlük Dosyası"nda sicili "1317-P. 8", (1317-Piyade-8) olarak görülmektedir.

Buradaki 1317 Rumi tarihi bazı kaynaklarda 1901, bazı kaynaklarda 1902 olarak çevrilmektedir. Bunun doğrusu 1901'dir. Okul o dönemde 13 Mart tarihinde eğitim ve öğretime başlamakta, Aralık ayı sonunda da eğitim-öğretim yılı bitmektedir. 1317 Rumi yılı 01 Mart ile 28 Şubat arasında 12 ayı kapsamaktadır.

1317 Rumi yılının toplam 9 ay ve 18 günü yani 14 Mart ile 31 Aralık arası Miladi 1901 yılındadır. 1901 yılının Mart ayında 18 gün, diğer Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık aylarının tamamı 1317 yılına aittir. 1317 yılının sadece 2 ay ve 13 günü yani, 01 Ocak ile 13 Mart tarihleri arası Miladi 1902 yılındadır.

1902'nin Ocak, Şubat aylarının tamamı ile Mart ayının 13 günü, Rumi 1317 yılındadır. Bu duruma göre, Mustafa Kemal ve diğer "1315 Duhullü" Harbiyeliler, "1901 Devresi" olmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün Sicili de "1901-Piyade-8" dir.
Mustafa Kemal'in "sicili" bazı yayınlarda "Piyade-1474" olarak verilmektedir. Bu bilginin en eski kaynağının Muharrem Mazlum (İskora)'un eseri olduğu görülmektedir. Bunun Mustafa Kemal'in Akademi'deki numarası olması muhtemeldir. Özlük dosyası bilgileri, Onun "subay sicili"nin "1317-Piyade-8" (1901-Piyade-8) olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.

Millet Meclisinde muhalifler taarruz halinde yüzde 25 zafer ihtimali göremiyorlardı!

Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk'ün derin itimat ve muhabbetini kazanmış büyük bir askerdi. Millî Mücadele boyunca Erkanı Harbiyei Umumiye Reisliğine ilâveten Heyeti Vekile Reisliği (Başkanvekillik) de yaptı. Yani ordunun başında bulunduğu kadar memleketinin idarî mesuliyetini alan heyete de başkanlık etti. B. M. Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal'in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı oldu. Gazi, Büyük Zafer'in kazanılışında onun rolünü şöyle anlatır:

''...Taarruz, öteden beri Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden ihzar ettiği plân dahilinde vuku bulacaktı. Bu plân dahilinde hazırlık emri verildi... ilh''

Bir Ecnebi, Mareşal Çakmak'ı (Büyük Mehmetçik) diye tavsif etmişti. Bu tavsif, Türk askerinin kahramanlığı ile Mareşal'in şahsiyetini birleştiren güzel bir buluştu. Aşağıda Mareşalle yapılmış bir görüşmeyi okuyacaksınız:

Şimdi, 1947 eylûlünün yedinci günündeyim. ''Ödemiş'' dağlarının (1400) rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış ''Gölcük'' köyündeyiz. Yanımda, vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silâhı atanlardan Âlim Efe, karşımda ise, bize, çocukluğumun imansız günlerinde erişilmez bir rüya sandığım zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Çakmak var...

Onun, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun, ve içten güzelliğini yıpratmadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum: ''- Sizi düşünüyorum Mareşalim... Sizi, ve nankörler tarafından unutulan zeferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını!...

Mareşal, yaşaran gözlerime, babacan bir gülümseyişle bakıyor: ''- İzmirli,.. Hislerine kapılma... O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık... Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı... Bizler, istiklâlimize yapılan taaruzun def'ini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.

Sonra ciddileşerek ilâve ediyor:

''- Fakat ne dersiniz? O sırada siz İzmir'de bizi beklerken, biz Anadolu'da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silâhları kadar tehlikeli olan- dalâletleriyle de mücadele ediyorduk... Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir'e nasıl girdiğimizi anlatmak için, Dokuz Eylüle takaddüm eden günlerin olaylarını da hatırlatmam zarurîdir... Zira ''İzmir''in, istiklâl kavgamızda, bir bakımdan, başka vilâyetlerimizinkine hiç benzemeyen bir hususiyeti vardır. Faraza, şahsen, bana sorarsanız, ben bu hususiyeti hülâsa edebilmek için derim ki:

Bizim İstiklâl Harbimiz, fi'len İzmir'de başlamış ve fi'len İzmir'de sona ermiştir.

''Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz, hedefi İzmir olacak bir kat'î ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisinin pasif diplomatları dikildi. Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.

O sırada, Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlılar taraftardılar... Bu sayede bir Fransızlardan, bir miktar silâh almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş, kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunu, her bakımdan, yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.

Zaten, böyle olmasaydı bile, hakkımızı düşmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul'un gözde halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salâhiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddî bir kuvvet, ciddî bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik?

Böyle düşünmekte Mustafa Kemal'le tamamen mutabık olduğumuz için, ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkânı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun plânlarını hazırlamaya koyulmuştum. O sırada, bir gün, Ankara'da hükûmet konağının üst katında, fevkalâde bir toplantı yapıldı.

Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi.

Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, ''Ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?'' diyor, kimisi ise:

- Efendim, yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat, maalesef, yok!...'' diyordu. Nihayet içlerinden birisi, kalkıp da: - Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi!...'' kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum, ve:
- Efendim, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Filvaki, bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız, veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir mahlûkiyle mukayese edemem... ''O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin karısı taşımıştır. Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!...'' Benim bu sözlerim üzerine rahmetli ''Kara Vasıf'':
- İyi amma efendim, Ankara'yla İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz? demezler mi? ''Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli her halde yanlış tutmuş olduğunu söyledim: Zira belliydi ki, muterizlerimiz, bizim taarruza, Ankara'dan değil, Afyon'dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler. Maamafih insafla itiraf edeyim ki, kendisine:
- Vasıf Bey... Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir...'' Dediğim zaman, Kara Vasıf'ın gözleri yaşarmıştı. Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o musır muarızımızın hâlâ:
- Bize deve lâzım... Bize katır lâzım!... Deyip durmasına rağmen, taarruz kararımız Hey'eti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu!''. ''Mareşal'': - Ötesini biliyorsunuz, diyor, çok şükür zafer, tarihlerde okuduğumuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon'un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda bilhassa: Bize:
- Efendim, bu işe deve lâzım... Bu iş devesiz olmaz!.. diyen zevat:
- Aşkolsun... İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize bırakın... Tek biz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir'e gireriz!...'' demezler mi? Fakat müsaadenizle, biz henüz lâyıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal'le beraber Afyon'dan İzmir'e kadar adım adım takip ettik.. Şimdi o yılda, bazan buğday, bazan da üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum. Hattâ bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal'in gülerek:
- Paşam, şu hayatın cilvesine bak, arslanlık edelim derken, farelere döndük: çuval deliğinden üzüm, çalıyoruz!..'' dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım... Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!... Bu son cümleleri söylerken, gözleri dolan Mareşal sözlerini şöyle tamamladı:
- Yalnız, bir büyük hatamız oldu... Büyük taarruzdan sonra, Mareşal Penlöveden, ''Franclen Buyon''dan ve arkadaşlarından müteşekkil bir Fransız heyeti, bizimle, Anadolu'nun herhangi bir yerinde temasta bulunmak istemişti.

Biz onlara, kendilerini 9 Eylülde ''Nif'' (Kemal Paşa) de bulacağımızı bildirmiştik. ''Nif''e vardığımız zaman, onlardan, Türk ordusunun harekâtını, aramızda geçecek müzakerlerden sonraya bırakmamızı isteyen bir başka tel aldık. Elbette ki, hiç olmazsa zararsız ve diplomatik bir nezaket göstererek, onların bu ricalarını is'af etmek istedik. Fakat hemen o anda İzmir'den gelen bir haber, Türk süvarilerinin, Akdeniz kıyısına varmış bulunduklarını ve Kordon boyunda haklı bir zafer neşvesi içinde at oynattıklarını bildiriyordu. Bu itibarla, belliydi ki, Fransız dostlarımızın teli, elimize geç gelmişti!...'' ve tevazula gülümseyerek ilâve etti:

''- Bu yüzden, İzmir'e varınca elimizde olmıyan sebepler yüzünden, randevumuzdan evvel geldiğimiz için, Fransız dostlarımızdan af istedik!...''

Ankara'dan ayrılıştan İzmir'e girişe kadar..

Rahmetli Salih Bozok, İstiklâl Harbi sırasında Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın başyâveri idi. Merhum bilindiği gibi Atatürk'ün çocukluk arkadaşı idi. Salih Bozok, Atatürk'e o kadar bağlı idi ki ölümü üzerine elindeki silâhı kalbine doğrultmakta tereddüt etmedi. Vakıa bir milimetrelik fark kendisini ölümden kurtardı, fakat aylarca yatakta kaldı; kalktıktan sonra da uzun zaman yaşayamadı. Salih Bozok, Başkumandanlık Meydan Muharebesinde de Atatürk'ün yanıbaşında idi. Aşağıda okuyacağınız hâtıraları 925 senesinde ve Atatürk'ün sağlığında anlatmıştır.

Taarruz kararı nasıl verildi?

''Taarruz kararı, en müsait zamana intizaren, Sakarya muzafferiyetini müteakip verilmişti. Taarruzun icrasından birkaç hafta evvel cepheye gidildi. Gazi Paşa hazretleri vaziyeti mahallinde tetkik ve yakında bir taarruza geçilecekmiş gibi hazırlık yapılmasını emrettiler. Birkaç gün cephede kaldıktan sonra tekrar döndük. Maksat, taarruz şayiasını bertaraf etmek ve etrafa, ancak bir teftiş seyahati icra edildiği, hissini vermekti.

Nihayet bir gece (23 Ağustos) Gazi Paşa Ankara'yı sessizce terketti. İkametgâhımız Çankaya olduğu için şehre uğramaksızın Konya yolu takip edilebilirdi. Müfarekatımızdan evvel paşanın ikametgâhında kalanlara sureti mahsusada emir verildi: Hareketimiz ifşaa edilmeyecekti. Ve bir iki gün zarfında köşke gelenler olursa, Gazi Paşanın rahatsızlığı ileri sürülerek kimse ile görüşmesi mümkün olmadığı anlatılacaktı. Bu suretle birkaç gün kazanmak istiyorduk.

Ertesi gün, öğle üzeri otomobillerle Konya'ya vasıl olduk. Paşanın Ankara'dan hareket ettiğinden haberdar olmadıkları için, ansızın gelişimiz Konyalıları hayrete düşürdü. İki gün Konya'da kaldıktan sonra, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittik.

Akşehir'de kumandanların içtimaı

Akşehir'de bir kumandanlar içtimaı yapıldı. Taarruzun sureti icrası bu mühim içtimada kararlaştırıldıktan sonra lâzım gelen tertibat alınarak Garp Cephesi Karargâhı Akşehir'den (Şuhut) nahiye merkezine nakledildi. Burada karargâh düşman tayyarelerinin tarassudatına açık bir vaziyette olduğu için Kocatepe ile Şuhut arasındaki vadiye çadırlar kuruldu. Fevzi ve İsmet paşaların karargâhları da sık ağaçlarla kaplı ve her iki tarafı yalçın tepelerle çevrilmiş vadinin içinde idi.

Bu sırada Anadolu Ajansı Çankaya'da süfera ve rical şerefine tertip edilen bir çay ziyafetinden bahseylemekte idi. Bu haber Gazi Paşanın Ankara'da bulunduğu hissini vermek için ifşaa edilmişti. Nitekim İstanbul gazetelerine de telgraflarla verildi. Ve kimse zerre kadar şüphe etmedi.

26 Ağustos sabahı

26 Ağustos sabahı

26 Ağustos günü taarruzun icra edileceği zaman sabahleyin erkenden çadırları terkettik. Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe'ye muvasalat ettiğimiz zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini tarassuda başlıyordu. Mukarrer saat hulûl etti, bir anda cehennemî bir tarraka âfakı titretti, müteaddit çaptaki toplarımız gürledi: Taarruz başlamıştı. Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfekleri işlemeye başladı. Bundan kıtaatımızın düşman mevzilerine tekarrüp ettiğini anladık. Pek az zaman sonra Kalecik sivrisi kahraman askerlerimiz tarafından işgal edildi, buna mümasil birtakım düşman mevzilerinin de işgal olunduğu bildirildi. Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve temadi-i muvaffakiyet için temenniyatta bulunuyorduk.

Güneş biraz yükseldi, Kocatepe'de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef ittihaz ederek ateş açmaktadır. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu denaetkârane tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi.

Yine bu sırada 57'nci fırka kumandanının karşısındaki tepeyi dediği saatte alamamasından mütevellit teesssürle intihar ettiği telefonla bildiriliyordu. Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın bir çok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de tarruza devam edilmesi mukarrer olduğundan muharebe sabaha kadar fasılasız sürdü.

Gazi'ye getirilen beşaret haberi

Filhakika biz bu Rumla konuşurken Başkumandan Gazi Paşanın huzuruna bir erkânıharp zabiti geldi ve Afyon'un istirdadına dair telefonla aldığı malûmatı tebşir etti. Yunan esiri de bunu duymuştu, yalan söylemediğini teyit eder gördüğü bir hâdiseye, âdeta bizden ziyade seviniyordu. Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon'a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya naklolunmasını emir buyurdular.

Ertesi sabah kumandanlarla maiyetlerini hâmil otomobiller Afyon'a müteveccihen hareket etmişlerdi. Yolda rastladığımız köylülerden bir ihtiyarı İsmet Paşa tanıdı, otomobilini durdurarak evvelâ hatırın, sonra takip ettiğimiz yolun doğru olup olmadığını sordu, ihtiyar aynen şu cevabı verdi:

''- Yol doğrudur, fakat bu şosenin ileride toprağı tesviye edilmemiştir.''

İhtiyar: ''Belki bozulur, yürümez'' diyerek otomobillerimizi tuttuğumuz istikametten çevirtti ve diğer yolu tarif etti. Biz şoseden ayrıldıktan sonra ancak bir müddet gidebildik, yolu şaşırmıştık, dere, tepe arasında yine yol aramaya başladık. Bu yüzden hayli vakit kaybettik. Bizden sonra yola çıkan arkadaşlar Afyon'a vâsıl olmuşlardı bile. Biz hâlâ ovanın içinde yol arıyorduk. Ovada yürüye yürüye nihayet düşman siperlerine, tel örgülerine tesadüf ettik. Bütün saha kazılmış ve derin hendekler açılmış olduğu için otomobilin geçmesi müşküldü. Telleri kopardık, kestik. Hendeklerden otomobili geçirtmek için de şu çareyi bulduk: Düşman siperlerinde elimize geçen bir kapıyı çukurların üzerine koyarak otomobili geçirdik.

Afyon Karahisar'nda

Afyon Karahisar'nda

Afyon'a girdiğimiz sırada, şehrin muhtelif kısımlarında yükselen alevler, gittikçe genişleyerek mahalleleri bir kül yığını halinde bırakıyordu. Düşman kaçarken son ve müthiş şenaatını yapmaktan geri kalmamış ve şehri ateşlemişti. Afyon'da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon'da belediye dairesinde kaldık.

Başkumandanlık muharebesinin olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve bir gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora muttali oldum: Düşman pek fena bir vaziyete girmişti.

Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar'a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa Birinci Ordunun, Fevzi Paşa da İkinci Ordunun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon'a hareket ettiler. İsmet Paşa Afyon'da kalmıştı. Dumlupınar civarında bir köyde Birinci Ordu Kumandanını çadırında bulduk. Gazi Paşa Kolordu kumandanı Kemaleddin Sami Paşa ile telefonla görüşüyorlardı.

Gazi'nin huzurunda bir Yunan erkânıharbi

Bu sırada, bir iki gün evvel esir edilmiş olan bazı Yunan zabitanı karargâha getirilmişti. Gazi Paşa esirlerin arasında bulunan erkânıharp zabitin yanına istedi. Yunan zabitine bir çay ısmarladı ve kendisinden vaziyet hakkında malûmat istedi.

Zabit iki gün evvel esir edilmiş olduğu için, son vaziyetten haberdar olmadığını söyledi. Bunun üzerine başkumandan Gazi Paşa haritayı açarak alınan raporlara göre hâsıl olan vaziyeti işaret etti. Karargâhımızdaki Yunan erkânıharbi de Yunan ordusunun düşmüş olduğu ağı görmüş ve vaziyetin vehametini anlamıştı. Gayrıihtiyarî parmağını haritanın üzerinde gezdirdi:
- "Bu vaziyete nazaran, iki kolordu kumandanımızla, dört fırka kumandanımızın, kıtaatınızın çemberi içinde bulunduğunu zannederim'' dedi.

Gazi Paşa, aldığı bu malûmatı derhal telefonla Kemaleddin Sami Paşaya bildirdi, bahsedilen kumandanların behemehal esir edilmesini emir buyurdu.

Yunan zabiti, evvelce Türkçe bilmediğini söylemiş ve kendisiyle tercüman vasıtasıyla ve Rumca görüşülmüştü, fakat Gazi'nin Türkçe olarak verdiği bu emri işitir işitmez benzi kül gibi oldu. Elini alnına götürdü, teessüründen getirilen çayı içemedi ve çadırdan dışarı çıkmak için müsaade istedi.

Kendisinin Türkçe bildiğini ve biraz evvel gayriihtiyarî verdiği malûmattan dolayı nedamet hissettiğini anlamıştım. Ben de beraber dışarı çıktım, kendisine Türkçe:

- Nerelisin? dedim.

Selânikli olduğunu ve Kulekahvehaneleri mahallesinde ikamet ettiğini söyledi. Ne tesadüf. Ben de Selânik'te o mahallede ikamet etmekte idim:

- Ne için o güzel Selânik'i bıraktın da buralara geldin? diye sordum.

- Askerim, emir aldım. Cevabını verdi. Başı fevkalâde ağrıdığından dolayı da fazla konuşmaya mütehammil olmadığını ilâve etti. İcap eden ilâçları kendi bavulumuzdan verdik.

Kemaladdin Sami Paşa karargâhında

Gazi Paşa Yunan erkânıharp zabitinden bu haberi aldıktan sonra, otomobilin hazırlanmasını emretti. Kemaleddin Sami Paşanın karargâhına gitmek arzu ediyordu. Birinci Ordu Kumandanı yolun fevkalâde muhataralı olduğunu söylediyse de, Gazi'yi alıkoymak mümkün olmadı. Hep beraber Kemaladdin Sami Paşanın bulunduğu tepeye geldik. Kemaleddin Sami Paşa dürbünüyle düşmanın Dumlupınar civarındaki ovadan ricatını tarassut ediyordu. Gazi Paşa sordu:

- İleride bir duman görüyorum. Bu nedir? Kemaleddin Sami Paşa cevap verdi:
- Düşman ağırlıklarını yakıyor, paşa hazretleri.
Gazi Paşa:
- Şu sağdaki köy ve duman nedir? dedi.
Kemaleddin Sami Paşa:
- Döğüştüğümüz düşman çekilirken yalnız ağırlıklarını değil, köyleri, şehirleri sakinleriyle beraber ateşe veren bir düşmandır. Yanan Çal köyüdür, Yunanlılar yakmıştır cevabını verdi. Gazi Paşa orada hangi kıtalarımızın olduğunu da sordu. On Birinci Fırkanın bulunduğu cevabını alınca şu suali irad etti:
- Telefonla muhabere mümkün müdür?
- Henüz telefon tesis etmedik, çünkü bir gün evvel o civardaki tepelerde düşmanla muharebe edilmiştir. Gazi Paşa On Birinci Fırkanın bulunduğu mahalle gitmek arzusunu izhar buyurdukları için refaketimizde Kemaleddin Sami Paşa da bulunduğu haldde Çal köyü istikametine müteveccih olduk. Tepeye geldiğimiz zaman düşmanla harp başlamıştı. On Birinci Fırka kıtaatı avcı halinde ve bizim üç dört yüz metre ilerimizde hareket ediyordu. 11'inci Fırkanın topçuları aramızdaki bir tepeden düşmana ateş açıyorlardı.

Gazi Paşa bu vaziyeti görtükten sonra neticei katiyenin bir an evvel istihsali için fırka kumandanını da nezdlerine celbetti ve topçunun önümüze geçmesini, piyadenin ileri hareket devam etmesini emir buyurdu. Fırka kumandanı derhal altına binerek yıldırım süratiyle avcı hattına gitti. Karşımızdaki düşmana -hareketlerini gözle seçebilecek kadar- yaklaşık. İkinci Ordu Kıtaatının da sağ cenahımızdan düşmanı tazyik etmekte olduğunu haber aldık. Her taraftan sıkıştırılmış ve ateşten bir çember içine alınmış olan düşman tam manasıyla şaşkına dönmüştü.

Güneş gurup ederken

Güneş gurup ederken

Birkaç saat geçti, güneş gurup ediyordu. Ufuktaki dağların arkasına çekilen güneşin son ışıkları, askerlerimizin düşman mevzilerinde parlayan süngülerine aksetmişti. Gece başlarken ateş kesildi. Tevali eden raporlar ve telefonla verilen haberler hemen hemen birbirinin aynı olarak şu malûmatı ihtiva ediyordu:

''Bozguna uğrayan düşman efradı çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara iltica ediyorlar.''

Diğer taraftan, raporlarda makhur düşmandan alınan ganaim hakkında da malûmat vardı. Yalnız OnBirinci Fırkanın karşısında Yunan kuvveti beşi koşulu olduğu halde 25 top bırakıp kaçmıştı.


Karanlık basmıştı. Karargâhımızın bulunduğu Afyon'a döneceğimizi zannederken Gazi Paşa hazretleri Dumlupınar köyüne gitmekliğimiz için emir verdiler. Muharebe meydanından ayrılarak Dumlupınar'a geldik. Ne yanımızda, ne de köyde eşya vardı. Sabaha kadar -Gazi Paşa ve hepimiz- oda döşemeleri, peykeler veya toprak üzerinde yattık. Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi Paşanın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa